Cihangir Firuzağa

Cihangir’deki Firuzağa Camii’nin altında musalla taşının çevresini saran masalara çay servisi yapardı Mustafa abi. Onun kahvesine – ki bilenler bilir, orası aslında bir kıraathanedir -, ilk kez 1993 sonbaharında gitmiştim.

Yine bir eylül ayıydı, yine içim kıpır kıpırdı… Kim bilir, belki bir mektup almıştım flörtümden ya da maaşım erken yatmıştı o ay? Ne fark eder! Asıl hatırladığım havanın serin ve yağmurlu olmasına rağmen kalbimin o fırın sıcaklığında dostlarıma pişirdiğim halimin kokusuydu… Fakat o yıllar, güzün güz, hırtonun hırto olduğu yıllardı. Eylül oldu mu çoktan yağardı, gök gri olurdu, kış geliyorum derdi. Çok da kalabalık olmazdı kahve… İşi gücü olan gelirdi, yorgunluk atmaya… Sohbetler, hasbihaller, halleşmeler olurdu. Şimdi nerede? İğne atsan düşmüyor bazen, gürültü Tophane’ye kadar uzuyor…

Geçenlerde Mustafa’ya dert yakınırken fark edip sustum, öyle ama, şimdi daha fazla çay ve kahve içiliyor, ekmek parası işte… Artık daha az gidiyorum, Mustafa’yı görmek için sadece, bir bardak çay içip dönüyorum… Fazla eskileri hayal etmiyorum.

İşte o günlerde Cengiz usta, Alpay abi, Empedokles Turgut, Çarşamba günleri musalla taşının etrafında toplaşır, Türk kahvelerini höpürdeterek içerken Orhan Pamuk, Borges, Calvino ve Eco tartışırlar, post modern edebiyat ve klasik edebiyat arasındaki farkları konuşurlar, Doğulu ya da Batılı mistik yazarların önermelerinden çağdaş edebiyat ilkeleri çıkarırlardı. Ben de yanlarında onları dinler, defterime notlar alırdım. Yazıcıydım ben. Hesapları daima yazıcı öder… Kışın da devam ederdi toplanmalar… Ta ki yeni bir tartışma konusu olabilecek kitap çıkıncaya dek… Bildiğin soba olurdu ortada. Kışın sonuna doğru kurşun kalemim minicik kalınca atardım sobaya… Cengiz de cebinden hiç kullanılmamış kurşun kalemi çıkarır hediye ederdi. “Al puşt, daha çok yazıcan sen!”

Kestane pişerdi, ihlamur pişerdi… simitçi geçerdi, cebimde bir parçasıyla dönerdim eve. Arada vapurda martılara simit atanlara özenir ama atmazdım yine de… eve varınca sobanın üstünde ısıtırdım yine, o günü yeniden hayal ederdim. 

İşte o günleri özlüyorum. Puşt kelimesinin dahi gerçek anlamında kullanıldığı o gerçek günleri bazen özlemekten ağlıyorum da… Sonra diyorum ki, bu ağlayışlar bir yere varıyor olmalı… 

Evet olmalı.

İşte İstanbul Edebiyat Çetesi böyle doğdu.