Mercimeği İğne Deliğinden Geçirmek

Yazar Kaan Demirdöven ile Edebiyat, Roman ve Edebiyat Kuramı Üzerine Bir Sohbet-i Sek
2019-Ankara

 

kaan-demirdoven-soylesi-1Edebiyat ne demek? Ne anlamalıyız?

Bana göre edebiyat bir envanter işçiliğidir. Envanter genel anlamda ya da özelleştirirsek eğer Big Data anlamında bellek demektir. İçinde ontoloji, metafizik, kültür, medeniyet var… Devasa bir şey yani… Şey diyorum, çünkü tanımı her şeyi kapsıyor! Doğayı ele alın, baştan sona bilgi düzeneğidir, kültür de bu düzeneğin yeniden inşasının yazılı ve sözlü belleğidir. Daha da ileri gidersek, doğa kavramı dahi kültüreldir. Çünkü insan bilinci çevresini kuşatan ve içinde olduğu hatta içinde taşıdığı bu devasa şeyi düşünce dolayımından geçirerek ona bir isim takmıştır. Bir isimcilikten bahsetmiyorum. Bir algı fenomenolojisinden bahsediyorum. Rumi’nin “içindeki içinde” dediği hal… İnsan bellek ile dışındaki içi, içindeki dışı tarıyor aslında… Böylece envanter oluşuyor. Örneğin bir mimar, bellek taraması yapıyor, envantere başvuruyor, bu devasa bir iştir. Yapıbozumcular da envantere başvurur. Envantersiz, yani big data ya da bellek olmadan üretim veya yıkım gerçekleşemez. Dolayısıyla algı envanterdir dersek yanlış olmaz. Kısaca bellek olmadan farkındalık olmaz. Belleği taramak demek, ondan bir şey bulup çıkarmak, Hades’e inen ve yeni bir icatla çıkan Dionisus gibi, daha önce bulduklarımızla örtüştürmek, birleştirmek ve yeni bir söylem kurmak, e.d. belleğe bir şey katmak envanter işçiliği demektir. Salt bu yüzden diyorum ki, edebiyatın bellekle bir derdi vardır.

Ne gibi bir dert?

Ben, bu derdin “kuşku” olduğu kanısındayım… Kuşkuculuk değil, kuşku… Bakınız, kuşku’un kökünde kuş var. Uçan kaçan, ele avuca sığmayan bir şey bu, ama var… Göç eden bir varlık, zarif ve örgensel bir dirimsellik… Ama belirli bir varlık aynı zamanda, sınırlı bir sonsuzluk, pi sayısı gibi… Gözle göremiyorsunuz ama akılla görüp kavrayabiliyorsunuz. Daha çok ilkesel bir kavram gibi duruyor ama olgusu var. Olgu, akılla kavranan olaylar bütünü demek… İnsanın bütün amacı kuşu yakalayıp kafeslemek, ehlileştirmek… Buna kültür diyoruz işte. Kültür ehlileştirmek demek öte yandan… Bir de rafine kültür var, ehlileştirdiği tarafından ehlileştirme prensibi devreye giriyor bu aşamada… Şimdi biz bu çağdayız. Yapay zeka dönemindeyiz… Oluşturduklarımız tarafından yeniden oluşturulacağız. Örneğin yapay zekalar roman, şiir, öykü yazabilecekler. Yazara düşen de yapay zekanın yaptığını edit etmek olacak. Yazar editöre dönüşecek. Zaten özü de buydu yazarlığın: Editlemek. Dünyada Borges, Calvino, Eco, Türkiye’de Orhan Pamuk, Elif Şafak… Öze dönüşün habercileri olarak bakıyorum bu yazarlara… Seversin sevmezsin o başka bir konu… Ortaya konan işin analizini yaptığımda durum bu… Bir kültürü rafine hale getiren edebiyat çalışmalarıdır. Medeniyet dediğimiz ise rafine kültürden sonra geliyor. Adı üzerinde rafine, süzülüp kalan evrenseller çağı… Bir süre sonra yapay zekalar bizim öğretmenlerimiz olacaklar… Rafine olmayan kültür bağlamında, biz bu kafeslere disiplinler diyelim… Kuşkuyu ortadan kaldırmak istiyoruz her seferinde; felsefe, sanat, din ve bu üçlü üzerine inşa edilen nesnel tinin belirişleri (mitoloji, bilim, siyaset, ordu, medya, hukuk vs…), içinde kuşkunun olmadığı bir yaşam özlemini dile getiriyor, hepsi ve tamamı… Ama tin denen varlık, edebiyatçının üretirken benliğinde başbaşa kaldığı bu çelişik varlık, yani Tin; hem kuş, hem avcı, hem de kafesin kendisi, ayrıca rafine işleminin kendisi, hem de evrensel… İşte bu yüzden tam kuşkuyu kaldırdım derken tin kendisini olumsuzluyor, yok bu değilmiş diyor, yoluna devam ediyor. Özellikle postmodern edebiyat döneminde ortaya çıkan Bitmeyen Hikaye, Sonsuz Kitap mefhumu bunu anlatıyor. Bu aslında Doğu’nun İmgesidir: Binbir Gece Masalı… Bir öykü başlıyor ve bitmiyor, bitecekken yeni bir öykü başlıyor… Benim binbir seraplı çöl dediğim konu… Tinin yolculuğu bu… İşte bu noktada edebiyat devreye giriyor, Büyük İskender’in mercimeği iğne deliğinden geçiren marifet sahibine, “Yaptığın bu iş muazzam ama ne işe yarar bilemedim,” dediği nokta… Kuşku! Büyük İskender mercimeği iğne deliğinden geçirmenin ne işe yaradığı konusunda kuşkuya düşüyor. Ama şimdi, biz biliyoruz, kuşkumuz yok, çünkü bu mercimeği iğne deliğinden geçirme eylemidir ki Büyük İskender’in düşünü ya da onu bu Tek Dünya ülküsüne iten itkiyi anlayabiliyoruz.

Edebiyatçı bir anlamda ayna mı?

Sanatçı aynadır. Filozof aynayı keşfedendir. Edebiyatçı ise anımsatıcıdır. Aynaya bak diyen kişidir. Tinin tüm belirişlerini inceleyip, bu incelemeler sonucunda yeniden bir dünya okuması yapmak, bir yazar olarak edebiyatçının işidir. Aslında o belleksiz bir toplum yaratmak için bir çıkış kapısı araştırmaktadır, yukarıda belirttiğim derdin çaresi için yollar üretmektedir ve sonunda da o yolun kendisine dönüşür. Bu onun yazgı! Anadolu’da bir söz var, yol bilmezdim, öğrettiler, yola çevirdiler beni… Bu bir süreç, bu yüzden yazgı dedim. Eskiden edebiyat eserlerini incelemek kafi idi, ama artık edebiyatçının yaşamı olmadan o eserler hem eksik hem de yanıltıcı kalıyor. Örneğin Shakespeare’in eserleri kaleme aldığı oyunlar artı onun hayatı Büyük Eseri’dir. Bizde de mesela Kemal Tahir, yaşamı ve verdiği mücadele eserlerini taçlandırır. Ben böyle bakıyorum. İlim maluma, malum da alime tabi…

Bir de edebiyatın türlerden bahsedilir… Siz nasıl yorumluyorsunuz bu türleri?kaan-demirdoven-soylesi-2

İlk soruya verdiğim yanıtların perspektifinden bakacak olursak; kurmaca, kuramsal, kurgul, kurumsal ve kuruntu türlerinden bahsedebiliriz. Gerçekle bağ kurmak adına ve bir dünya görüşü bağlamında çerçevesi somut olarak çizilmiş ve metafizik sorunlarla ya da metaforlarla örgünleşmiş dilin, iki ifade biçiminde de, yani sözel ve yazılı olarak üretilmiş envanter bütününe  “edebiyat” dersek yine bir dünya görüşü ölçüsüyle anlam sorunsalına yeni bir bağlam katmaya çalışan envanter işçisine de ebediyatçı diyebiliriz. Bu bağlamda her yazar edebiyatçı olamayacağı gibi, her edebiyatçı da yazar olmak zorunda değildir. Yazarlık  bir meslektir, ama edebiyat işçiliği yani edebiyatçı bir meslek icra etmez, o davası zamansız ve mekansız bir anlam insanı, gölgelerle çekişen bir hayal savaşçısıdır. Belki de davası davasızlık olan bir gönülsüz mesihtir. Neden gönülsüz mesih? Çünkü aşk gibi, içinde bulur kendisini… Aşık gönülsüzdür. Ne diyor Yunus Emre, “Derviş gönülsüz gerek, sen derviş olamazsın.” Bu bağlamda edebiyatçı, filozofa, sanatçıya ve hatta belirli bir oranda dinin elçisine bile, din insanına, bir hukuçuya, bir tabibe, bir bilim insanına ilham veren perinin ta kendisidir. İlham perisi diyoruz ya… İşte o kişi, iğne deliğinden mercimek geçiren talihsiz kişidir. Talihsizdir çünkü yaptığı şey övülse de ne işe yaradığı kendisinden sonra anlaşılır. Filozoflar, sanatçılar, bilge ve bilim insanları da iğne deliğinde geçen mercimekleri fırına verenlerdir genelde…

Siz kendinizi yazar olarak mı edebiyatçı olarak mı görüyorsunuz?

Mesleki açıdan bir yazarım kuşkusuz, çünkü yazarak para kazanıyorum. Edebiyatçılık açısından edebiyat işçisi olma yolunda emek çekiyor ve günümün tamamını anlam arayışı ereğinde envanter incelemesiyle geçiriyorum.

Önceliğiniz nedir peki?

Önceliğim envanterin içinde, dilin metafizik yapısı içinde Hakikati aramak ve öznel şuurumu da kapsayan nesnel anlamlardan Saltık olana ulaşmak… Günümün 24 saatini ve düşlerimi buna adadım. Eşzamanlı olarak rutin hayatımı rutinden çıkararak, bir nevi dünyevi işlerle sanki her biri ilahi bir misyonmuşçasına uğraşıyorum.

Bellekle bir derdiniz var mı sizin de?

Var tabii, olmaz mı! Benim kaçış planım, akışkan bir bellek yapısına ulaşmak, böyle bir bellek yapısını örgütlemeye çalışıyorum yazılarımda, öykülerimde ve romanlarımda… Benim belleksiz topluma giden yol için önerim bu… Buna bir isim de verdim kendimce: Binbir Seraplı Çöl * diyorum…

Ne demek bunu biraz açar mısınız?

Metin tam bir çöl olmalı… Edebiyat da zaten bu çöldür; kurmaca dilin içinden (binbir seraplı çölü) geçerek, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ama varlığında  apriori haberdar olduğumu Gerçeğin izini sürmek ve tekrar kurmaca dilin sahasına dönerek onu sessizleştirebilmektir.

Edebiyatın tüm gayesi, envanter araştırması ve incelemesi ile ana damarı keşfetmek ve Sessiz Öykü idealine ulaşabilmektir.

Edebiyatçı bu bağlamda, bir yazar değil, aslında gerçek veya İdeal bir okurdur. Çünkü okumak, bir metni göz ve düşünce işbirliği ile gözden geçirmek değil, insanın kendi kendisini o sessizliğe çağırması, davet etmesidir. (Eski Türkçe: Okıglı, çağrı, davet…)

Bu bir nevi, Kutsal model ile karşılaştırdığımda, Mekke’den Hicret, Medine’de inşaa ve tekrar Kabe’ye dönüş ve sulh ile feth edilmesi gibidir. Zaten son 25 yıldır, çalışmalarımda Batı’nın her alandaki paradigma ve parametrelerine eşlik eden Bible modeline alternatif olarak Kuran temelli bir yeni epistemik paradigma arayışı içindeyim.

Belleksiz toplumdan ne anlamalıyız?

Belleksiz toplum, iletişimbozumu yaşayan toplumdur. Biliyorsunuz, iletişim, içindeki büyük sorunsal göz ardı edilip en çok baş tacı edinen kavramdır. Oysa bugün şikayetçi olduğumuz her olgunun altından, iletişim yani onun sorunlu yapısı çıkar.

Nasıl bir sorundur bu?

İfade etmek isteyip ifade ettiğini sanmak ve ifade edileni anladığını sanarak anlamak… Dil, tin gibi çelişkilidir oysa, çünkü dil özünde tindir. Tin kendisini olumsuzlar. Çünkü özgürdür. Özgürlük onun çelişik yapısının anahtarıdır. Ama bu anahtar, kilidiğini açtığı sandığın içinde, üstelik sandık da kilitli… Kendisini ortaya koyarken olumsuzlayan bir durum… Özgürlük kendisini olumsuzlar. Yoksa özgürlük olamaz. Aynısı Tanrı, evren, ruh, sonsuzluk, adalet kavramları için de geçerlidir.

kaan-demirdoven-soylesi-3O halde, edebiyat da bir sorun teşkil etmiyor mu?

Kesinlikle ediyor ama bir yandan da etmiyor… Ediyor çünkü tözü dil… Sırtında dünyayı taşıyor. Bir yandan da etmiyor, çünkü özü düşünce… Sırtında taşıdığı yine kendisi… Bir nevi metamorfoz geçiren bir şey edebiyat. Atlas iken kuyruğunu ısıran yılan oluveriyor. Devingen bir imge… Edebiyat, eski çağlardan günümüze insanın dünya ile ilgili her türlü ilişkisinde, ister kurmaca olsun isterse dışavurumcu olsun, verili dünyayı anlama ve belirli bir anlam bağlamında onu deneyimleme adına, dilin metafizik gücünü kullanarak varolmayan bir uzay ve zamanda, belirli bir ölçü oluşturduğu yazılı veya sözlü ürünlerin toplandığı envanter bütününe denir demiştim. Edebiyatçı ise yine kurmaca dil aracılığı ile bu envanter üzerinde çalışarak adeta binbir seraplı çölde hakikatin izini süren kişidir. Başka bir biçimde söyleyecek olursak eğer, edebiyat, anlamın ölçüsü, edebiyatçı ise bu anlam için, bilinçdışında bilinçli bir şekilde bilinçaltı ile pazarlık eden kişidir. Edebiyatı dünyaya, edebiyatçıyı da Atlas’a, edebiyatın ışığını da Prometeus’un ateşine, edebiyatçının tinini ise ateşi Hades’ten çıkarıp Promoteus’a getiren Dionisus’a benzetirim.

Edebiyat dediğimiz zaman öykü, roman, şiiri anlamıyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?

Evet, bu saydıklarınız edebiyatın içindeki sanata yakın formlar, kıpılar… Bir sözlük çalışması ya da bir sözlük çalışmasına arkatasar oluşturacak yarı kuramsal yarı kurmaca bir metot geliştirmek için ortaya koyduğunuz literal bir ölçü taslağı da edebiyatın sınırları içindedir. Hatta diyorum ki bif alışveriş listesi hazırladınız, o da edebiyatın sınırları içindedir. Edebiyatın kelime kökü, edeb… Ölçü demek… Bir şeyi ölçüye getirmek, en kaba ve en basit anlatımı olabilir edebiyatın… Doğa diyoruz örneğin. Bu kelime ile sonsuz detayları bulunan sınırlı bir şeyi ölçüye getirip bir kavramla ifade ediyoruz. Bir nevi kısa yol tuşu yaratıyoruz dil-düşünce diyalektiğini kullanarak.

Yazma edimi kullanıldığı için mi?

Hayır, bir alışveriş listesinde bir bellek olgusu olduğundan… Kuşku alışveriş listesini hazırlamaya iter… Diyelim belleğim güçlü ve yazmadım, fark etmez, liste kafanızda… Anlam arayışı kafada başlar, yazı ile başlangıcına döner, Ouroboros gibi…

O halde şöyle sorayım: Ne edebiyat değildir?

Her şey, edebiyat tanımım bağlamında edebiyattır. Dini metinler, efsaneler, vakainuvistlerin defterleri, felsefi metinler, bilimsel metinler, kurumsal tanıtım metinleri, mahkeme kayıtları, makaleler, günlükler, efemera ve mektuplaşmalar, şimdilerde yerini alan mailleşmeler… Formüller, yazılımcıların kodları, pornografik mecmualar, gazeteler, köşe yazıları, ilanlar dahil… Sözel anlatımlar, konuşmalar, sesler ve sözler… Lugat edebiyata aittir. Yazılmamış bir metin fikri bile edebiyattır.

Tekrar sorayım: Ne edebiyat değildir?

Yokluk edebiyat değildir.

Felsefenin yokluğu mu? Eğer öyleyse o da edebiyata girmeli…

Yaşanım olarak yokluk… Sufilerin mistik tecrübelerinde zikredilen yokluk… Zikredildiği anda edebiyata girer. Ama kavramın kendisi edebiyat değildir.

Toparlamak adına şunu sormak istiyorum, her yazılı ve sözlü ürün edebiyatın sınırları içinde ise, bu durumda, örneğin neyin edebi olup olmadığını nasıl değerlendireceğiz?

Edebiyata dahildir demek edebidir demek değildir öncelikle bunu bilmek de yarar var.

Sizce edebi olan nedir, nasıl vuku bulur, neye göre anlarız?

Edebi olan edebiyattaki ideal olandır. Sanatta bunun karşılığı Estetik görüngü, felsefede etik görüngü, edebiyatta da ideal olan edebi olarak ortaya çıkar.  Bazen dilin sınırlarını zorlayarak, bazen inceliklerini en üst düzeyde kullanarak, bazen dili susturarak, bazen de dili zenginleştirerek, absürd veya gerçekçi fark etmez, anlamı tinsellikle buluşturup onu ruhlandırdığınızda edebi olan görüngü açığa çıkar. Bu ruhlandırma okurun veya izleyenin beğenisinin üstünde aşkın ve aynı zamanda öznesinin tüm yaşamına içkin, üretiminde kendisine belirgin ama çevresine örtük, tüketiminde kendisine örtük ama çevresine açık bir durumdur. Bir metnin edebi olup olmadığını Zamanın Ruhu belirler. Edebi olan ebedi olandır da…

Edebi tür olarak romanı ve romancılığı nasıl tanımlıyorsunuz? 

Roman, Batı medeniyetinin temel dinamiklerinden doğan, Avrupa coğrafyası ve iklimine özgü bir sanatsal formdur, ancak İlkçağ ve Ortaçağ’da askeri ve idadi bir ihtiyaçtan doğarak alim seviyesinde yetiştirilen casuslardan ve hafiyelerden düşman topraklarına dair istenen istihbarat envanterinden ve bu envanterin incelenmesinden doğmuştur. Bu tür zeki insanlara, çeşitli coğrafya ve insanları hakkında betimleme görevleri verilmiş, onların kaleme aldıkları ve yazdıkları pasajlar; zamanla şiir, destan ve edebi yazım türlerine karışarak bugün bildiğimiz roman türü halini almıştır. Bir nevi fotoğrafını çekmek anlamına gelen resim çizmenin de ötesine geçilerek, detayları, içine insan hallerini de katarak bir betimlemeye ulaşmış ve giderek zihinleri ifade etme sanatına dönüşmüştür. Mahkeme kayıtlarındaki diyaloglarda savunma ve suçlama olguları, hakimin süreci detaylarına kadar dinleme ihtiyacı, aynı şekilde tıp içinde her gördüğünü en ince detayına kadar kayıt altına alma alışkanlığı ve ruhsallık anlamında düşlerin kayıt altına alınması ve hastanın kendisini ifade etme isteği ile filozofun evrensel olanı, Hakikati kavrama meselesi ile birleşerek sahne sanatlarındaki “form yönetir” önermesinden hareketle, role ruhunu veren kostüm detayları ve replikler bir alaşım içinde roman denilen edebi tür olarak karşımıza çıkmıştır. M. Faucolt’un Cervantes’in Don Kişot’unu analiz ederken, aslında Cervantes’in bir dedektiflik ve bir nevi Marko Poloculuk yaparak kutsal metinlerde yazılanların doğruluğunu aradığını söylemesi de tam bu anlatmak istediğim olguyla alakalıdır. Zaten roman ismi de Şövalye romansı adı verilen epik ve şahsi masal (kişisel menkıbe) anlamına gelen romans’tan türemiştir. Romans ise, Fransızca halk dili anlamına gelir, halk dilinde şekillenmiş destansı yazıları dile getirir. Roma’daki romanların ermiş kişiye verdikleri Rom sözcüğünden türemesi de bir olası, çünkü Romanlar, Mısır’dan göç eden Gypsy’lere verilen bir isimdir ve kahramanlık destanlarını göç ettikleri topluma göre uyarlamalarıyla meşhurdurlar. Roman’ın bir uzantısı da Sanskritçe Ramana yani Güzellik anlamına geldiğini de hesaba katarsak, edebi tür olarak romanın kelime tarihi bize halk dilinde şekillenen kahramanlık hikayelerinde Güzel olanın aranmasıdır diyebiliriz. İngilizce Novel terimiyse Latince yeni ve yıldız anlamına gelen Novus’tan türer. Novus, Grekçe Nous (Türkçemizde nus olarak giren sözcük) Evrensel Akıl anlamına geliyor. Bu da bizi edebi tür olarak romanın köksaplarına götürüyor: Gidip gördükleri yeni yerleri, tanıştıkları yeni insanları ve dinledikleri yeni öyküleri Üst Akıl bağlamında Güzeli açığa çıkaracak şekilde yeniden anlatmak. Eskiden katipler vardı. Yazım türünü biçim olarak geliştirenler de bu katiplerdir. Unutmayalım ki Batı medeniyetinin şeklini veren ana unsurlardan biri Musa’nın Mısır’dan çıkış hikayesidir ki o hikayeyi kaleme alanın Musa olduğu söylenir. Musa Fravun’un yanında çalışan bir katiptir. Göbeklitepe’nin Yas Bulutları adını verdiğim romanda da ana karakterim, katiplik yaparak yaşamanı sürdüren Pir Gulam hakikati arayan eski bir Irmak şövalyesiydi…

Bu anlattıklarınız Şarkiyatçılığa pek uymuyor.

Evet, doğru tespit… Bir nevi Garbiyatçılık yapıyorum ben de. Çünkü Şarkiyatçılığın özünde Batı tininin yaşadığı bir karmaşa yatar. Yine kuşku’ya geldik. Garbiyatçılıksa Batı’yı yansıtır, ayna gibi.. Sanskrit kültür ve Sami kültür burun ile kulak gibidir, ikisini de göz sanmak, evet fantastik bir şeydir ama gözü görememek sakat bir durumdur. Şarkiyatçılık gözü görememe durumudur. Ben göze odaklandım. Garbiyatçılıksa eğer kısaca özetlemek gerekirse, gözün yazıyla, yani gönül damlalarıyla ilişkisinden doğan bir anlam arayışıdır.

Siz nasıl yazıyorsunuz?

Bir imge ile başlar her şey… Sonra o imge beni ele geçirmeye çalışır… Ben kaçarım, bazen de teslim olurum.  Bazen görmezden gelir, bazen görmemezlik edemem… Başka imgeler de katılır zamanla bu yarışa, bir an gelir, bazı imgeler birleşir, tek imge olur, bazıları sıyrılır tekleşir, bazıları seyrekleşir hiçleşir… Bir imge büyür, genleşir ve beni ele geçirir. İkna eder, sevdirir… Sonunda elime kalemi alıp detaylara girişirim ben de… başı sonu, üstü altı, içi dışı boyutlanmış bir hikaye ortaya çıkar. Anlam arayışı içinde okuma diyorum buna. Yazmak bir okumak işidir her şeyden önce… Okumak da düşünmek, gözlemlemek veya dinlemek gibi süreçlere eşlik eder. Bu süreç içinde örneğin bellek havzama yeni veya eski bir imge düşer… İmge o havzada yaşam bulursa büyür bir mantar gibi ve istila eder dimağımı… Bir görüntüye dönüşür. O görüntü belleğimdeki her şeye bağ kurmaya başlar. Başka imgelerle, kelimelerle, cümlelerle, metinlerle, anılarla, olaylarla anlam bulur. Bir facit halini alır. Bir küre ve o kürenin içinde bir hikayeye dönüşür. Bir hikaye düşünün başı, sonu ve aradaki her şey o kürede devinimsiz ama canlı bir şekilde yer alır. Tek kerede bana olmuş olan, olan ve olacak olanın tamamlandığının tatminini sunduğu anda yazmaya başlarım. Bu yüzden ben hikayelerimde okura her şeyi en başta söylerim. Bir cümle ile… O cümle, başlangıç cümlem o facitin önermesidir. Gerisi de bu cümlenin açılımlarıdır.Alt kırılımları, alt satırları, dallanıp budaklanmaları… Okura sürprizim şudur: Hikayeyi bitirince başa bir daha dönmen gerekecek. Çünkü seni kandırdım aslında ama dil zaten kendi başına bir kurmaca ve kandırılmaya mahkumuz bu yüzden ve ben okuru  hikayemde açığa çıkardığım gerçeği bulması için yapmış olurum bunu… Anlam ikimizin bir iş birliği ile açığa çıkacak… Önce okuru çöle sürüklerim. Hakikatin çölüne… Binbir seraplı çöl diyorum ben. Burada dilin kurmaca ve yanılsamalı dünyasından kurtulacaktır okur. Ama zorlu olacak. Çünkü onu susuz bırakacağım yol boyunca… Bir son yok fikrini iyice belleyecek sona doğru yaklaşırken… Onu dolandırdıkça dolandıracağım Musa’nın kavmini dolandırdığı gibi… Onu serapların peşinde gitmesi için kandıracağım iblis gibi… Ondan sebat etmeni isteyeceğim İsa gibi… Ve aklının gecesine sürükleyeceğim onu, gece uyanıp yürüyen Muhammed gibi… Ve aklının gecesinde, güneşin (gerçeğin) kavurucu ışığı ve sıcaklığında açığa çıkan bütün serapları (kurmaca dilin yanılsamalarını) yok edip göksel nurla, ayla baş başa bırakacağım. Ve hicretini tamamlayacak böylece metinde… Vardığı yerde okuru Medine bekliyor olacak. Aydınlanmış şehir… Sonra yine başa dönmesini isteyeceğim hikayemin sonuna geldiğinde, kuyruğunu ısıran yılan gibi, ve başa döndüğünde bu kez metnin yaratıldığı ana gelecek ve onu özgür iradesiyle feth edecek, Kabe gibi… İşte benim hikaye yazma serüvenim budur. Sonra okur başka bir kitaba geçmek için akıl mabedini temizleyecek, Kabe’nin putlardan temizlenmesi gibi… Yoksa başka bir kitaba geçemez.

Bitmeyen kitap, düşler, metaforlar, bunlar fazlaca romantik değil mi?

Öyle… Ayrıca çok Anadolu tinine özgü… Neticede ben Anadolu çocuğuyum. Anadolu deyince Misaki Milli sınırlarımız geliyor aklımıza… Ben öyle bakmıyorum, Anadolu, daha geniş bir havza… Bu topraklar geçiş toprakları, özellikle 12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu topraklarında her milletten insanın içinde bulunduğu bir Aydınlanma dönemi yaşanmış, ancak bu akli bir aydınlanma veya Rönesansvari bir kiliseye başkaldırı niteliğinde geometrik bir aydınlanma değil, daha hümanist ve romantik bir aydınlanma, tabii ki dinin dogmalarına karşı gelinmiş, hak, hukuk ve adalet aranmış, ama özü itibariyle ontolojik bir aydınlanma yaşanmış… Benzeri 19. Yüzyılda Almanya’da Goethe, Hölderlin, Hegel, Schelling, Novalis gibi ünlü düşün insanlarınca yaşanmış ve müthiş bir güzellik açığa çıkmış… Çok fazla sürmemiş 40 yıl… Anadolu Aydınlanması’ndan etkilendiklerini düşünüyorum.  Bu açıdan evet, fazlaca romantik bir yapım var. Bu bağlamda hemen bir parantez açmak isterim,, sırf bu yüzden Türk Edebiyatı’nın kurmaca bir sınıflandırma olduğu kanaatindeyim, gerçek olan Anadolu Edebiyatı’dır diye düşünüyorum. Antik Ionya Ege sahillerinden Kuzey Pontus’u, Armania’yı, Horosan’ı, Suriye’yi, Kuzey Afrika ve Balkanları içine alan, daha özgün, ama birbirinden etkilenerek sentezlere ulaşmış, sıradışı bir damar var. Uzun yıllardır bu damar üzerine çalışıyorum. Yani Orta Asya taş yazıtlarla başlatılan Türk Edebiyatını fazla akademik ve sistematik bir kurmaca olduğunu düşünüyorum.

Romanlarınızda konularınızı nasıl seçiyorsunuz?

Yazmak kuşkusuz yetenek işi ama ben yazarken yeteneğimi değil, seçimlerimi kullanıyorum. Geçmişte yaşadığım özel bir zaman dilimine ait deneyimleri, gelecekte yaşamayı hayal ettiklerimi, tarihte okuduklarımla başkalarından işittiklerimi harmanlayıp yorumlayarak şimdide bir yeniden canlandırma yapıyorum aslında… Ben Anadoluyu temsil edebilmek, temsiliyetim ölçüsünde kendimi evrenselde ifade etmek istiyorum. Bu yüzden kültürel öğelerimi seçerken mutlaka Anadolu topraklarıyla öyle ya da böyle bir bağı olmasına özen  gösteriyorum. Doğunun ve Batının ortasındayız. Bu yüzden Batı aklı ile Doğu sezgisinin bir almaşası hakim öykülerimde ve romanlarımda… Batının son kavramıyla Doğunun sonsuzluk kavramı, biçim olarak da bana eşlik ediyor. Bu yüzden ana karakterlerimde ben ve nefs çatışması, kendisini kimlik ve bastırılmış ego olarak kendisini gösterir. Bu çatışmayı geleneksel olan ve modern olanın çatışması olarak koymam… Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali ve Orhan Pamuk gibi yapmam… Daha çok Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, Oğuz Atay, Bilge Karasu ve Elif Şafak gibi yaparım. Geleneksel olanı değil gelenek denen irfan öğretisini modern yaşam içinde dolaşıma sokarım. Kültürel değişimle ilgilenmem, benim için kültür aşılması gereken bir krizdir ve bunu gelenek ile aşılabileceğine inandığımdan yazdığım hikayelerimde bunun yolunu ararım. Benim için yazmak, aramaktır. Ararken Borges, Calvino, Orhan Hançerlioğlu ve Eco gibi okurum, öğrenirim… Modernleşmek için geleneği yeniden yazmalıyız diyor Orhan Pamuk, ben diyorum ki, postmodernite bu değil, modernite ile geleneği yeniden yazmalıyız. İki önerme arasında ciddi bir nüans var. İlkinde erek modernleşmek… İkincisinden ise modernleşmek zorunlu, biz bu zorunluluğun bilincinde olmalıyız. Bilincinde olmaksa içsel bir aydınlanma ile mümkün…

Romancı olarak kendinizi mi ifade ediyorsunuz, yoksa başkalarını mı?

Orhan Pamuk’un da dediği gibi bir romancı kendisini de ifade ettiği gibi başkalarını da temsil edebilir. Ama ikisinin birliğinden olgun bir romancı olur. Ben, kendimi ortadan kaldırdığım bir başkasında kendimi, başkasını ortadan kaldırırken kendimde başkasını temsil etmeye çalışıyorum. Bu benim sentez, tevhid anlayışım.

Batı romancılığını nasıl tarif ediyorsunuz?

Batı, batının tarifini değiştirmek üzere, eli kulağında onu yeniden tanımlayacak, bizse tam Batılılaştık derken, bir yeni batılılaşma sürecine daha gireceğiz. Bu yüzden Batı romancılığı diye ayırmayalım isterseniz, Antik Yunan mitologyasına, İbrani mitlerine, Mısır mitolojisine bağ kuran romancılık ve diğerleri diye ayırabiliriz.

Bu bağlamda bir Türk romancılığından söz edebilir miyiz?

Edebiliriz. Anadolu Romancılığı diyorum ben. Anadolu’nun kültür dinamiklerinden beslenen romancılık… Aşamaları var tabii… Türk Edebiyatı Türkçe dili ve Türk mitleri bağlamında Orta Asya’ya kadar bir damarla bağlanıp bir sınıflama yapılıyor. Bu eksik ve belki de şu an için yanlış bir damar artık. Anadolu Edebiyatı demeliyiz. Batı ve Doğu’nun ortası değiliz, birliğiyiz. Türk mitine bağlı değiliz, Anadolu Aşure’sinde harmanlanmış mitlere bağlıyız. Kanlarımda Antik Ionya medeniyetleri, Helen ruhu, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı var… Dilimin, eylemlerinin içine sinmiş hepsinin özü… Bir Gulyabani’den farkım yok benim… Reşat Nuri Güntekin aslında Gulyabani’yi komedi unsuru yapmakla çok doğru yapmış, çünkü Anadolu Edebiyatı’nı bir kelime ile özetleyin derseniz, Hiciv’dir derim. Hiciv’de yergi ve mizah, zaman zaman bir yanı groteske bir yanı da drama kaçan bir karakteri vardır.

Sizin yazar olarak gayeniz nedir?

Kuşkuyu ortadan kaldırmak… Üzerinde çalıştığım Sessiz Kitap bunu hedefliyor.

Bir roman mı olacak bu?

Roman diye sınırlayamam. Kurmaca-Hakikat birliği… Böyle bir kitabın amacı da özü hatırlatmak, deneysel olmak ve düşünmeye sevk edip ilham olmak Çalışkuşu gibi, kim bilir, Büyük Taarzudan önce bu romanı okurken Gazi, ne gibi ilhamlar almıştır. Romancı ilham verir tarihe yön veren utkulu tinlere…

Bir kahramanı var mı bu Sessiz Kitabın?

Okurun kendisi… Böyle bir kahraman elbette benden iz taşır, çünkü ben yazar olmaktan önce okurum ve ben de ondan izler taşırım doğal olarak… Okuyan insanlar, maneviyatla ilgilenen insanlardır. Benim de kendime seçtiğim karakterler böyledir. Maneviyatın peşindedirler… Maneviyattan kastım dini konular değil. Anlam arayışı içinde olup, anlama ulaşmak için her şeyi göze almış, kafalarının içinde kuşku ejderhalarıyla dolaşırlar. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’nin Amak-ı Hayal adlı eserindeki kahraman Raci gibi… Benim karakterlerim kadın, erkek her biri Raci’den izler taşır.

Romanlarınıza mekan seçerken nereleri seçiyorsunuz?

Üç dinin bir arada yaşadığı mahalleleri, ıssız sokakları ve kenarda kıyıda kalmış yerleri tercih ediyorum… Onlarda hala yaşayan bir ruh var. Eski ve harabe binalar, sembolik anlamlar içeren çeşmeler; oteller, kıraathaneler, dini mekanlar, tren istasyonları ve çıkmaz sokaklar… Bana binbir seraplı çölü anımsatır hepsi ve tamamı…

Şiir yazıyor musunuz?kaan-demirdoven-soylesi-4

Yazıyordum. Şairleri keşfedince yazmayı bıraktım. Çünkü şiir sanatmış. Edebiyat işçisinin şiir yazabilmesi için ürettiği işlerin tamamını yakması icap eder. Şems’in Mevlana’nın kitaplarını yakması gibi… Bir gün kendime Şems olduğumda yazacağım.

Teşekkür ederim, bu tuhaf ama bir o kadar da keyifli söyleşi için…

Ben teşekkür ederim.


Söyleşiyi yapan: B. Emine Demir
Fotoğraflar: Elif Narin Topgül

Binbir Seraplı Çöl imgesi Yedi İlkeden oluşur:

1- Bitimsiz olmalı
2- Yorucu olmalı
3- Ürkütücü olmalı
4- Baş döndürücü olmalı
5- Bunaltıcı olmalı
6- Hülyalara daldırmalı
7- Issızlığı hissettirmeli